KÜLTÜR MESELESİNİ EDEBİYAT, ŞEHİR, MİMARİ VE MUSİKİ BAĞLAMINDA İNCELENMESİ

 


Türk musikisi bağrından çıktığı milletin izleriyle bütünleşmiştir. Bunlar Türk halk müziği ve Türk halk dansı gibi.  Yahya Kemal, klasik şiir ve musikimizin İslam medeniyetinin Türk kimliğiyle zirveye taşınmasında çok önemli rolü olduğunu biliyordu. Ona göre “şiir musikinin hemşiresi” olduğu için ikisini birbirinden hiç ayırmadı; klasik Türk şiirinin biçim ve muhtevasına özenerek yazdığı şiirlerinden bahsederken hep “Söyledim.” derdi, ama “Yazdım.” demezdi. İşte bu nedenle, Yahya Kemal’in şiirlerini tanımak isteyenler Seyyid Nuh, Hâfız Post, İsmâil Dede’nin devirlerini methettiği Eski Musiki şiirinde olduğu gibi, ister istemez Türk musikisinin klasik devirlerinde bulabilir kendisini.

Musikimizi öne çıkarması kuru bir mazi-perestlik değildi şüphesiz. Ziya Gökalp’le sohbet ettiği günlerde bu husustaki düşüncelerini dile getirdiğinde “Harâbîsin harâbâtî değilsin / Gözün mâzîdedir âtî değilsin.” tenkidine karşılık Gökalp’e meşhur “Ne harâbî ne harâbâtîyim / Kökü mâzîde bir âtîyim.” cevabını vermiştir. Yahya Kemal’in geçmişe bu denli dönük oluşu; gelecek nesillerin sahibi olduğu mirası koruyamayacağı endişesindendi. Öyle ya köksüz bir çiçek vazoda ne kadar canlı kalabilirse köklerini inkâr eden bir nesil de o kadar var olabilirdi:

“Biz Itrî’den İsmâil Dede’ye kadar olan musikimizi kendi tabiatı içinde aynen muhafaza etmeliyiz. Çünkü (musiki) mimarimiz, şiirimiz, yazı sanatımız gibi fevkalade bir eserdir, millidir. Onu şimdiden sonra da çocuklarımıza öğretmeliyiz, çaldırmalıyız, dinletmeliyiz. Lakin şimdiden sonra Garb musikisinin teknik metotlarıyla bir Türk musikisi, tıpkı Rus musikisi gibi, vücuda getirmeye bakmalıyız.”

 

Hayatımızın değişmekte olduğunu ve yeniliğin eskiyi reddetmekle olmayacağını anlamalıyız. 90’lardan günümüze kadar müzik türlerinin hepsine bizim demeliyiz. Kültürümüzü içine aldığını yuvarlanan bir kartopu misali büyüdüğünü kabul etmeliyiz. Aslanın vücudu yediği hayvanlardan oluşur. Milliyetçiliği dışa kapanarak sağlayamayız. Yeni yeni eserler vücuda getirilmelidir.  

Evrensel olamazsanız milli kalamazsınız. – Hakan Değirmenci

 

Kültürlülük nedir? Kültürlülük tarihi ve tarihin eski eserlerini kabul etmek ve kendini yeni eserlere açmaktır. Biz bu eserlere kapımızı açtıkça zenginleşmişizdir. Şu anda da aktarmamızı dönmemek zenginliğimizin devamını sağlar bizlere.

 

Evin dış malzemesi dış tabiattan alınmıştır. Dışa karşı ve dışa göre evler iklim çeşitlerine olduğu kadar kişilerin zenginliğine ve fakirliğine göre de değişmektedir. Dil de böyledir. Dil tıpkı ev gibi bir milletin duygu düş barınağıdır. Dilin bütünü milletin evidir. Millete ait bir şeydir. Bizde kültür kavramına ilk defa karşıtlık arayan ve buna hars (milli kültür) diyen Ziya Gökalp’tir. Bir ulusun dili, edebiyatı, hukuku, güzel sanatları, mimarisi töre vs. kurumlarının toplamına Ziya Gökalp kültür demektedir.  Bütün kurumlarının halk kaynağına dayandığı ve gücünü oradan aldığı için kültür demokratik bir nitelik taşır. "Kültür ulusal bir nitelik taşır ve bir ulusun kültürü başka bir ulusa aktarılamaz" demiştir. Kültürü oluşturan kurumlar ve yapılar arasında içten bir bağlılık ve uygunluk vardır. Kültürle ilgili kurumlar, sadece tek bir ulusa özgüdür ve bu neden ile uluslar birbirinden farklıdır.

Dil ve edebiyat bir milletin ortaklaşa duygularını ifade eder. Dil bizi biz yapan değerdir.

Şehir Kavramı

 Şehir; haddizâtında bir mekân olması hasebiyle “kevn‟ kökünden türetilerek “yer, mahal, ev, oturulan yer” anlamlarına gelse de “bulunulan çevre, ortam, yaşanan dünya ve kâinat” anlamlarında da kullanılmaktadır.

Hayatı değiştirmek, toplumu değiştirmek, çok daha iyi yaşamak, başka türlü yaşamak, yaşam kalitesi, doğaya saygı vb iddiaların uygun bir mekân inşası bulunmuyorsa hiçbir anlamı yoktur. Her uygarlık kendisini ve kalıcılığını mekân sayesinde ifade edebilir. Toplumların modernleşme süreçleri, alışılmış yaşam algılarını ya da mekân şekillerini etkilemiştir. Sosyal hayatın somut figürleri hakkındaki yorumları modernleşme olgusuna bakış açısını ifade etmektedir. Şehir ne yalnızca mekândır, ne de yalnızca insandır. İnsanların algıladığı, yaşadığı ya da tasarladığı şehirler vardır.

 

 

Bu şehirler hemde değişimin, dönüşümün, devrimin ya da ütopyanın vücut bulduğu mekânlardır. Şehirler türkülerden popüler şarkılara, romanlardan hikâyelere pek çok edebi türün konusu olmuştur. Tanpınar Beş Şehir ve Yaşadığım Gibi adlı eserlerinde bazı şehirlerden söz etmiştir. Beş Şehir’de İstanbul, Bursa, Ankara, Erzurum ve Konya’dan söz ederken Yaşadığım Gibi adlı eserinde İstanbul, Bursa ve Kahramanmaraş’tan söz etmiştir. İstanbul ve Bursa ise rüya şehirler olarak yazar için ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Tanpınar Beş Şehir’de deneme türünün imkânlarını kullanmak ister. Çünkü deneme bir yandan tür olarak anıdan geziye pek çok edebi türden yararlanır, öte yandan kültür tarihi, siyasi tarih, sanat tarihi, felsefe ve coğrafya gibi alanların bilgisine başvurur.

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

EYLÜL ROMANIN BU YÖNLERİNİ BİLİYOR MUSUNUZ?

YAZMA GÜÇLÜĞÜ (DİSGRAFİ) ÜZERİNE BİR ÇALIŞMA